Alevilik, özellikle, insanlığın soyut düşünceye ulaştıktan sonra geliştirdiği değerler bütününden beslenmiş bir inanç ve öğretidir.
Bu bağlamda, insanlığın var olduğundan bu yana geliştirmiş olduğu en geçerli, en temel ve en güzel değerleri özüne katarak, o değerleri yaşatmaya çalışan, en insani değerlere sahip çıkan ve onları yaşamın pratiğinde savunan bir inanç ve öğretidir. İnancı akla taşıyan, çağı okuyan, geçmişin en üstün değerlerine sahip çıkan, çağdaş değerleri önemseyen; bilimi, aklı ve mantığı, fiziksel dünyanın verilerini vs. gerçeklik olarak gören; inancı insanın iç dünyasına indirgeyerek, insanla Tanrı’yı buluşturmayı isteyen ve Tanrı’nın bilinebileceğini savlayan vs. bir inanç ve öğretidir. Bundan dolayı da hiçbir dinin içine sığdırılacak kadar da sınırlı değildir.
Kısaca Alevilik, Bâtıni (gizemci) -tasavvufi ve gnostik (derin ve içsel bilgi) bir inanç; dünyevi, akli ve seküler (laik, çağdaş) bir öğreti; eşitlikçi-paylaşımcı bir toplumsal anlayıştır. Bu öğreti ve inanç şiiri, müziği, (sazı-sözü), kısacası sanatı içselleştiren ve ritüellerini sanatla ortaya koyan, bilgiye değer veren ve bilgiyi herkese ulaştırmayı hedefleyen bir aydınlık yoldur.
Alevilik, inancı akla taşıyarak bilime, akla-mantığa uymayanları eleyen; bilgelerin, ozanların, düşün insanlarının, velilerin, pirlerin, dervişlerin vs. ortaya koyduğu felsefi bir inançtır.
Alevilik, inançsal, düşünsel değerlerini ve ritüellerini Cem’de yaşatan ve Dört Kapı- Kırk Makamla bütünsel yapısını ortaya koyan, kendine özgü bir inanç ve öğretidir
Aleviliği diğer inançlardan farklı kılan en temel ayrımı, onun teolojik yönüdür. Çünkü teolojik anlayış, bir inancı, diğerlerinden ayrıştıran ve farklılıkları en belirgin şekilde ortaya koyan en can alıcı yönüdür. Bir inancın özü, onun tanrıya, doğaya, insana ve var oluşa dönük ortaya koyduğu düşünsel yapıdadır.
Sorunu böyle koyunca, esasında Alevilik, teolojiden çok, teosofik bir anlayışa sahip olduğu söylenebilir.
Teosofi, esasında felsefi bir bakışı içselleştirir. Buna göre, tanrının tam anlaşılması için, doğrudan ve bütünsel olarak algılanması gerektiğini söyleyen, gnostik bir düşünceye sahiptir.
Oysa teoloji genelde daha farklı ve daha değişik görüşleri içerir.
Teoloji, tanrı bilimi demektir.
Teosofi, tanrıya ilişkin bilgidir ve sezgisel bir yaklaşımı içerir. Bu anlamda, teosofik bilgi, bilgelerin, sofilerin, velilerin, mürşitlerin iç dünyalarında ulaştıkları derin sezgisel, tasarımsal ve betimlemesel bilgilerden oluşur.
Teosofi, doğanın, varlığın vs özünde Hakkı bulmak ve özünü Hakka yöneltmek anlamlarına gelir. Teosofi’ye göre, doğada, tanrısal hikmetler vardır, bu hikmetlere ancak bilgelerin aydınlık bilinciyle ulaşılabilir.
Bu anlamda, daha çok bilgeler kuramı olan ve mürşitler, veliler, pirler tarafından ortaya konan, genel olarak ozanlarca dile getirilen Alevilik, Teosofi’ye yakın bir felsefeye ve inanca sahiptir.
Teolojinin temel konusuysa, evrenin, Tanrı tarafından yaratılmış olduğunu söyleyen dogmatik, idealist ve metafizik yöntemleri ortaya koyan, farklı felsefi görüşleri içeren ve daha çok vahye (Allah tarafından, Peygamber’in bilicine doğan sözlerin insanlığa iletilmesi) dayalı inançların söylemlerini konu alan çok geniş bir alanı içerir.
Daha anlaşılır bir şekilde, teoloji bir yanıyla “Tanrı Bilim”ini içerirken, diğer bir yanıyla, bu bağlamda evrenin nasıl ortaya çıktığı konusunu da içine alır. Bu anlamda evren yaratıldı mı, yoksa vardan var olmamı geçerlidir? Diğer bir yanıyla var oluş mu, yaratılma mı? Konusu da Teolojinin konusu içine girmektedir. Çünkü Tanrı kavramı da direk olarak tüm bu konuları içermektedir.
“Teolojik bakış, Tanrı’yı mutlak görür. Evreni, dünyayı, maddeyi ve insanı vs. Tanrı’nın yaratımları olarak sunar ve tanrısal iradenin, her iradenin üstünde olduğuna inanır. Dinlere ve özellikle semavi dinlere göre, Tanrı, bütün maddi ve manevi süreçleri yönetir.” (Aziz Çalışlar, Felsefe Sözlüğü, Cem Yay.468)
Böyle bakınca, teosofinin gizemci, teolojininse zahiri yönü vardır.
Özellikle semavi dinler ve kimi felsefi ideologlar, evrenin Tanrı tarafından, yoktan yaratıldığını söylemektedirler. Buna karşı duruşu gösteren, kimi inanç gurupları ve kimi felsefeciler de, evrenin sonsuzca var olduğunu ve bundan dolayı bir yaratıcının söz konusu olmadığını savundular. Bu görüşü savunanlara göre; evren, vardan var olmuştur. Çünkü evrende, bitiş veya yok oluş olmadığını, birbirini takip eden oluşlar olduğunu; bu anlamda evrende sürekli bir yenilenme, doğma-ölme, dirilme-tükenme, dönüşüm ve başkalaşma vs. gibi olayların ve olguların yaşandığını söylemektedirler. Evren de bu olguların ve olayların sonsuzca sürmesi nedeniyle, sonsuzca varlaşan bir şeye başlangıç biçilmesi bir yanılgıdır. Eğer bir şey sonsuzsa, ona başlangıç biçmek doğru değildir. Bu düşünceyi ortaya koyanlara göre, yaratılan bir şey yoktur, oluşlar, belirlemeler, açığa çıkmalar, türemeler, görünmeler, doğumlar, ortaya çıkmalar vs. vardır.
Ortodoks inançlara göre, evren Allah tarafından yaratılmıştır ve yoktan var edilmiştir. Kimi Bâtıni, mistik, tasavvufi ve çok tanrılı doğal inançlar da ve felsefi yöntemler de evrenin, sonsuzca var olduğunu ve bu anlamda yaratıcıya gerek olmadığını ve böylece evrenin yaratılmadığını savunmaktadırlar.
Semavi dinlerde Tanrı, doğanın dışında ve üstündedir. Tanrı, doğaötesindedir. Evreni, doğayı yaratandır. Bu görüş, insel bilincin imgesel algısı ve zihinsel tasarısıyla ortaya konmuş, idealist bir anlayışın sonucudur. Buna göre, imge Tanrı (doğa dışı, insanın zihinsel tasarımıyla ortaya konan) evreni, dünyayı yarattı, evreni ve dünyayı yönetmektedir.
Alevi-Bektaşi Teolojisi de, evrenin yoktan yaratılmadığını ve tanrıdan fışkırarak, bir IŞIK (enerji) halinde ortaya çıktığını savunmaktadır. Alevi-Bektaşi teolojisinin oryaya koyduğu kuramın (teorinin) ismi “Südur veya Sudur” teorisidir.
O halde bu sözcüğün etimolojisine bakmak gerekir.
Sudur veya Südur, sözcük olarak Arapça “şudur” dan dilimize geçmiş; meydana çıkma, oluşma, ortaya çıkma anlamındadır.
Südur, türüm demektir. Türüm, var olandan varlık bulan demektir. Var olan neyse, varlık bulanda odur. Günümüzün en önemli kuramlarından birisi olan “Kuantum düşüncesinde” “bütün de ne varsa, parçada da o vardır”, ilkesi geçerlidir. Südur kuramının günümüzün en geçerli bilimsel kuramı olan kuantumla örtüşmesi, bu görüşü ortaya koyan bilgelerin ne kadar derin bir sezgisel bilince sahip olduklarını da ortaya koymaktadır.
Südur, var olandan, açığa çıkan, gizil konumda bulunan nesnenin görünür konuma geçmesi, insanın algı boyutuyla bilinen ve belirginleşen vs. bir konuma gelmesi demektir.
Hermes diyor ki; “eşyanın içiyle, dışı arasında bir ayrım bulunmamaktadır. İnsanla Tanrı arasında da bir ayrım yoktur…” (Abdullah Rıza Ergüven; Evren ve Yaratı; Gerçek Yay. S. 25). Bu anlam da, doğa da ne varsa, tanrıdan açığa çıkmıştır. Böylece, ana kaynak ne ise, ortaya çıkan da odur.
Alevi teolojisi, yoktan, mutlak hiçlikten bir oluşu kabul etmemektedir.
Genel olarak teoloji, teizm, deizm ve panteizm olmak üzere, üç farklı anlayış üzerinde gelişmiştir.
Bunlardan teizm; evrenin bir yaratıcısının olduğunu, yaratıcının evrenin her anına müdahalede bulunduğunu, evren de olup-biten her şeyin, yaratıcının isteğiyle gerçekleştiğini vs. savunan bir inanç ve düşünce biçimidir.
Deizm ise; evrenin bir yaratıcısının olduğunu, yaratıcının evrenin yasalarını belirlediğini, evreni otomatik bir saat gibi kurduğunu; bundan sonra da, yaratıcının onun işleyişine bir daha karışmadığına ve bu bağlamda evrenin düzenli bir şekilde, kurulmuş ve belirlenmiş yasalarına göre işlediğine vs. dönük bir inanç ve düşünce biçimidir.
Panteizme göreyse, evrende yaratan ve yaratılan yoktur. Çünkü her şey her şeyin içindedir. Tanrı, doğanın, evrenin toplamıdır. Bu anlamda her şey tanrının bir parçasıdır. Ünlü filozof Spinoza, “Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı-evren-insan ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. Tanrıbilimsel olarak; Tanrı, evren ve insan; birdir, aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, herhangi bir yaratmadan da söz edilemez”, diyerek panteist anlayışı açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Yukarıda esasları belirtilen üç farklı Tanrı anlayışında, Alevilik, teizme tam karşıt; deizme yakın ama panteizmle tam uyumludur.
Buna göre panteizm, Alevi teolojisinin esasını oluşturur. Bu anlayış da, Tanrı, doğa ve insan bir bütündür. Hiçbir şey, bir başka şeyden ayrı değildir. Bu anlayış, varlıkların birliğini yani Vahdet-i Mevcutçu bir anlayışı yansıtır.
Yunus Emre’nin aşağıdaki dizeleri tam da panteizmi ortaya koymaktadır:
“Dünya ahiret o Hak
Yer, gök doludur mutlak
Hiç gözlere görünmez
Kim bilir ne nişanda (Yunus Emre; Abdülbaki Gölpınarlı; Varlık Yy. S. 97)
Yunus, evrende her şeyin Hakk’ın içinde bulunduğunu, en küçükten en büyüğe kadar her şeyin bir bütünlük oluşturduğunu belirtmektedir. Evren de boşluk olmadığını dile getiren Yunus Emre, bugünkü kuantum kuramının ortaya koyduğu bilimsel gerçeklikle de uyuşan bir düşünceyi savunmuştur. Bugünkü bilim, evrende boşluk olmadığını pozitif ve negatif enerji dalgalarının her yerde, her ortamda bulunduğunu söylemektedir. Yunus, gizil nesnellik olgusunu da ortaya koymuş ve “yok” denilen gizil nesnelerin de var olduğunu belirtmiştir. Görünen ve görünmeyen, beden almış olanla, bedenleşmemiş potansiyel nesnelerin hepsinin bir bütünlük oluşturduğunu ortaya koymuş ve bu görüşüyle de panteist bir anlayışı savunmuştur.
Alevi-Bektaşi inancı ve öğretisinde Tanrı, her olayın, her olgunun, kısacası her şeyin nedeni olarak görülür. Bu bağlamda, her şeyin, oluşun en temel var edenin tanrı olduğu sonucuna varır. Böylece Tanrı, şekil de, biçim de, bir şeyin dışında değil, her şeyin özünde, esasında ve içindedir.
Alevilik Tanrı’yı, her şeyin var edicisi olarak gören, her varlığın temeli ve özü olarak değerlendiren, varoluşun ana kaynağı olarak belirten bir inanç ve öğretidir. Aleviliğe göre, Tanrı, açığa çıkmamış gizil nesnelliktir. Bu anlamda her varlığın içinde ve özünde tanrı vardır. Her neye bakarsanız onda Tanrı’yı görürsünüz. Tanrı’yı görünenin, bilinenin içinde değil, görünmeyenin, bilinmeyenin içinde aramak gerekir. Bilinen ve görünen her nesne, başlangıçta görünmeyen ve bilinmeyen özün (Tanrının) içinden gelmiştir, doğmuştur ve açığa çıkmıştır. Tanrı, gizli hazineyken Hak olmuş, açılmış ve görünür olmuştur. Açığa çıkan Tanrı, nesneleri ve tüm varlığı oluşturmuştur. Tanrı, sonsuzlukta vardır ve sonsuzca da var olacaktır. Bu görüşü evrenin kendisine uyguladığımızda da aynı sonuçla karşılaşıyoruz.
Alevilik, Tanrı+doğa+insan ilişkisini bir bütünlük içinde görür. Alevilik öğretisi, Südur öğretisi temelinde, varlığı, Tanrı’dan çıkan ve yeniden Tanrıya dönen bir dönüşüm, devir olgusu içinde değerlendirir.
Odur bana Yunus diyen
Odur benim bağrım delen
Odur beni, bensiz koyan
Hem ben oyum, bu ben neyim? (Abdullah Rıza Ergüven; Evren ve Yaratı; Gerçek Sanat Yay. S.88); diyen Yunus Emre, Tanrı’yı, doğayı ve insanı bir bütünlük içinde sunmaktadır. Bu anlayış tam bir panteist anlayıştır. “Eğer ben oysam, bu ben kimim” diye soran Yunus, üstteki dizelerde bunun yanıtının vermektedir. Burada, her şeyin her şey olduğunu, parçanın bütünde, bütünün de parça da bulunduğunu ve dolayısıyla Tanrının-evrenin ve insanın bir bütün oluşturduğunu belirtmektedir.
Buna göre; “Tanrı, kendi kendisinin tanrısı, gerçek Tanrı, ilk Tanrı iken, “insanlar için tasavvur (tasarımlamak, anlaşılmak, S.Z.) edilemeyecek bir özdeşliğe (birbirine benzerlik, aynilik, S.Z.) sahiptir”. Bu ilk konumda Tanrı’nın bir yer kaplaması ya da herhangi bir şeyden farklılığı söz konusu değildir. Bu ilk Tanrı’nın bir kişiliği olduğu ya da olmadığı söylenemez. Bu ilk Tanrı, insan düşüncesi tarafından kavranamaz ve anlaşılamaz. Bu Tanrı, kendi kendisinin bilincinde de değildir. Oysa özünde sonsuz olanaklar, yetenekler, potansiyellikler bulunmaktadır. Tüm bu değerlerin açığa çıkması için dönüşüm gerekmektedir. Bunun içinde kendisine yabancılaşması, durgunluğu, durağanlığı aşıp, üremesi ve eyleme geçmesi gerekmektedir. Bu da Tanrı’nın kendi bilincine varmasıyla, oluşuma, türüme dönüşmesiyle söz konusu olmuştur. (Anton Josef Dıerl; Anadolu Aleviliği, Ant yay.1991, s. 77-78).
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, evren, doğa vs. yoktan var olmadı, yaratılmadı; Tanrı’nın kendisini açığa çıkarmak istemesiyle oluştu. Dolayısıyla, oluşum, açığa çıkış, türüm, değişim, dönüşüm, gelişim vs var oluşun temelidir.
Alevilikte, yaratma ve yaratılma inancı yoktur. Vardan varoluş düşüncesi geçerlidir. Buna göre, Alevi teolojisi soruna şöyle yaklaşır: Tanrı, başlangıçta kapalıydı ve kendi özüne yabancıydı. Bu özelliğinden dolayı da üretici değildi. Bilinemezdi ve görülemezdi. Bunu fark eden Tanrı, görülmek ve bilinmek istedi ve suyun fışkırarak akması gibi, fışkırarak taşıp ortaya çıktı. Böylece kendisini gizleyen Tanrı, zahir oldu ve göründü. Bu düşünce, yukarıda ortaya konan “Südur” kuramıyla da uyuşmaktadır. Çünkü “Südur Kuramı” da, Tanrı’yı, kendi kendine kapalı ve açığa çıkmayı bekleyen, içinde bütün evreni taşıyan, gizli bir hazine (künt-ü kenz) olarak sunmuştur.
Bu varoluş veya Teolojik anlatım, evrenin varoluş teorisi olan Big-Bang’la da bir uyumu ortaya koymaktadır. Big-Bang’a göre, evren, nokta kadar çok küçük bir parçanın patlamasıyla oluşmuştur.
Aleviliğe göre, Tanrı, her şeyin özünü oluşturan temel kaynaktır. Buna göre her şey ondan çıkmıştır ve yine ona dönecektir.
Noksani Baba, şöyle diyor:
Hamdu lillah Hakk’ı gördüm, sırrı vahdet mendedir
Kandil içre nure erdim, feyzi kudret mendedir. (Noksani Baba; Adil Ali Atalay; Can Yay. S. 32).
Yukarıdaki dizelerde Noksani Baba, “Hakk’ı aradım ve gördüm ki, her şey benmişim, evren benim özümde bulunmaktadır ve evrenin özü insanın kendisindedir” demektedir. Işık veya enerji olarak var olan evrenin bilgisine ulaştığını belirten ozan, enerji, ışık, güç, varlık vs. her şeyin bir bütünlük içinde var olduğunu belirterek, Tanrı-doğa ve insan birlikteliğini ortaya koymaktadır. Bugün, kuantum teorisi, her şeyin enerji olduğunu belirtmektedir. Enerji kendisini ışık olarak yansıtmaktadır. Işık, dalga ve tanecik olarak hareket etmektedir. Dalgacık boyutunda her nesne “bütüne karışmakta”, tanecik boyutunda açığa çıkmaktadır. Bu durumda Bâtıni dil de nesne ve gizil nesne olarak algılanmaktadır. Dalga boyutunda nesne “sır olmakta”, tanecik boyutunda açığa çıkmaktadır.
Alevi-Bektaşi düşüncesine göre, “ Tanrı bir cevherdir, bir ruhtur (ışık, enerji S.Z.). Doğa o cevherin görüntülerinden başka bir şey değildir. (Battal Pehlivan, Alevi-Bektaşi Düşüncesine Göre Allah, Pencere Yay. 4. Bas.1995 s. 50)
Doğa, Tanrı’nın bir yansımasıdır ve ondan bir parçadır. Her şey ve nesneler doğanın bir parçası veya Tanrı’nın açığa çıkmış haliyse, doğayı Tanrı’dan ayırmak gerçekçi olamaz. Alevi, öğretisinde doğa, Tanrı’dan ayrı değildir ve Tanrı, doğanın dışında olamaz. Aleviliğe göre hiçbir şey yoktan var olmamıştır. Çünkü yok da vardır. Örneğin bir buğday tanesinin içinde onlarca buğdayın bulunduğu bir gerçektir. Buğdayı toprağa ektiğimizde, buğday başağının içinde onlarca buğday açığa çıkar. Buğday aşığa çıkıp beden bulduğunda insan bilinci onu kavrar. Açıktır ki bu durum bir boyut sorunudur. İşte buğdayların, tek bir buğday tohumunun içinde bulunması ve onun insan bilinci tarafından algılanamaması, onu gizil nesnellik konumuna sokmaktadır. Buğdayın içindeki buğdaylar, gizil konumundayken tanrısal alandadırlar. Tanrısal olan, bir yanıyla “Gizil Nesnellik” durumudur.
Bu durumu ozanlarımız dizelerinde dile getirmişlerdir.
Alevi-Bektaşi ozanlarından Şiri’nin şu dörtlüğüne bakalım:
Cihan var olmadan, ketm-i âdemden,
Hak ile birlikte yektaş idim ben,
Yarattı bu mülkü, çünkü o dem’den,
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben… (Süleyman Zaman, Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları, Can Yay. 2011, s. 292)
Ozan, daha evren açığa çıkmamışken ben evrenin özünde vardım diyerek, nesnel olanla, gizil konumda bulunan potansiyel nesne arasındaki bağıntıyı ortaya koymuştur. Nitekim ozan Şiiri de, ilk dizesine “Cihan var olmadan” diyerek başlamıştır. Nesnelliğiyse, var olandan beden bulan olarak belirtmiştir.
Derviş Yunus ne diyor:
Hem evvelsin hem ahir,
Kamu yerlerde hazır,
Hiç mekân yoktur Sen’siz,
Ben niçin görimezim. (Abdullah Rıza Ergüven, Dinlerin Kökeni ve İslam’da Reform, Berfin Yay.1996, s. 478)
Alevi-Bektaşi teolojisi, bu dizelerde özgün bir şekilde belirtilmiştir. Yunus, anlaşılmazı anlaşılır kılmış ve doğanın dışında gösterilmek istenilen “İmge Tanrı”yı doğanın içine, özüne almış ve doğayla Tanrı’yı birleştirmiştir.
Yunus Emre bir dörtlüğünde şu dizelerle sesleniyor:
“Çarh benüm hükmümdedür, mülk benim elimdedür
Her kande ben oturmuşum, yakan benem, yanan benem (Yunus Emre, Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü; Kültür Bakanlığı, 1995, Mehmet Aydın’ın yazısı, s.106.)
Yunus Emre diyor ki; “Evren, dünya, gökyüzü dönüyor; bu dönüşü ben sağlıyorum; her şey benim egemenliğimdedir; dünya benim elimdedir. Her nerede ben varsam, nereye oturmuşsam, orayı yakan da yanan da benim”…
Bu dizelerde panteist bir anlayış açık bir şekilde ortaya konmuştur. Tanrı, everenin, doğanın, insanın, nesnelerin vs. içine taşınmıştır. Yunus, doğadan ayrı bir tanrı algısına karşı çıkıyor.
Ay u gün ahter ü encüm neden olmuş izhar
Şule-i şems ü kamer girdiş-i etvar nedir? (Seyyit İmameddin
Nesimi; Görmediğim Tanrıya Tapmam; İsmail Kaygusuz, Su Yay. S 34.)
(Ay, güneş, büyüklü-küçüklü bu gök cisimleri, yıldızlar, vs. neden meydana gelmiştir. Ay’ın ve güneşin ışıklarının devinimi ve farklılıkları nedir?)
Nesimi, ozanlığının ötesinde, bir bilim insanı kimliği ortaya koymaktadır. Bu dizeler bunu açıkça kanıtlamaktadır. Sorgulayan, gözlemleyen ve ulaştığı bilgileri bilincinde deneye sokan, farklılıkların nedenselliğini bulmaya çalışan bir bilge olduğu ortadadır. Nesimi, gözlemlediği güneşi, ayı, yıldızları; yaşadığı dünyayı, dokunduğu, duyumsadığı maddeleri sorgulayarak, tüm bunların nelerden oluştuğunu merak ediyor.
17. yy ozanı Niyazi Mısri, dizelerinde şu görüşleri dile getirmiş:
Söyleyen ol, söylenen ol, görinen ol, gören ol
Her ne var a’lâ vü esfel, bil ki canan andadır… (Turan Alptekin; Niyazi Mısri, Demos yay. 2008, s. 75).
Mısri, kamutanrıcı bir anlayışı ortaya koymuştur. Buna göre, görünen, görünmeyen, nesnel veya gizil nesnel, potansiyel veya aktüel vs. her şey birbirine dönüşmekte ve birbirlerini var kılmaktadırlar. Her ne var ise; aşağı, yukarı, en üst, en alt, sağ, sol, yan, ön vs. her şey birlik ve bütünlük içinde bulunmakta ve her şey her şeyi etkilemektedir. Birbirinden ayrı olan hiçbir yoktur.
Hatai’nin aşağıdaki dörtlüğü, alevi teolojisini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Şöyle diyor Hatai:
Yoğ iken kevn ü mekân ü sahil ü ağ ü kara
Cuşa geldi şevk ile bahri muhabbet ibtida
Taşe çaldı şişesin etti temevvüç her yana
Serbeser eşyayı seyran eyledi çunu çera (Şah İsmail Hatai; Nejat Birdoğan; Kaynak Yay. 1981, s:412)
Hatai, Daha hiçbir nesne, evren, doğa, toprak, su, hava, deniz, kara beden bulmamışken, her şey sevgiyle birlik içinde bulunuyordu. Sonra bu bütünsel yapı büyük bir coşkuyla devindi, bir şişenin kırılıp parçalanması gibi, bir deryanın büyük bir fırtınaya tutulmuş gibi dalgalanıp her yana taşmasına benzer şekilde, baştanbaşa evren açığa çıktı ve her şey her şeyin çevresinde dönmeye başladı; ışık, enerji saçıldı ve tüm doğa uyandı. Kara, hava, su, toprak, taş, bitki, hayvan, insan vs. böylece var oldu” diyor. Bu dizelerde ki düşüncenin günümüzün bilimsel düşüncesine ne kadar yakın olduğunu görüyoruz. Bu bize, ozanlarımızın sezgisel güçlerinin ve düşünce derinliğinin ne kadar yüksek olduğunu da ortaya koymaktadır. Bugün, Big Bang evren modeli de bu düşünceye yakın bir kuramı öne sürmektedir. Buna göre, evren başlangıçta tekillik konumundaydı ve her şey bir noktanın içindeydi. Çok yoğun konumda ki bu nokta yoğunluğa daha fazla dayanamadı ve patladı. Patlama sonucu enerji açığa çıktı ve enerjinin dönüşümüyle, hâl değişimiyle, milyar yıllar içinde evren bugünkü konuma geldi.
Alevi Teolojisine göre de, başlangıçta her şey “Künt-ü kenz konumundaydı”. Bu Tanrı’nın ilk durumuydu. Kendi kendisine kapalıydı. Bu konumda evrenin bütün hazinelerini, cevherlerini vs. içinde gizliyordu. Bir cevizin, ceviz kabuğunun içinde gizli kalması veya tek bir meyve çekirdeğinde, tonlarca meyve açığa çıkması gibi, bunca çeşitlilik, sonsuz nesneler vs. her şey Tanrı’yla birdi. Daha sonra Tanrı kendisine âşık oldu, bilinmek ve görünmek istedi, bu nedenle de kendi özünde bulunan gizli hazineyi devinime geçirdi ve böylece evreni var kıldı. Evren, nur (ışık) olarak açığa çıktı ve her şey, ışığın farklı yoğunlukta ki, değişik frekanstaki veya farklı titreşimlerde ki konumuyla nesnellik kazandı.
Burada aşk, karşıtına dönüşmeyi sağlayan, eyleme dönüştürücü, devindirici, hareket ettirici vs. güç olarak algılanmalıdır.
|