Din Derslerinin Zorunlu Olması
Din derslerinin zorunlu olması:
İnanç, insanların kendi iç dünyalarıyla ilgili bir değerdir. Birisinin inancı bir başkasına göre farklıdır. Onun için bir inancı, farklı inanan birisine zorla dayatmak insani değildir, doğru değildir, haklı değildir, adil değildir. Dünyada kaç insan var ise o kadar farklı algı, farklı inanç bulunmaktadır. Aynı inancı taşıyanların aralarında bile ince ayrımlar (nüans) vardır. Bu anlamda insanlara zorla bir inancı dayatmak “insan haklarıyla” uyuşmamaktadır.
İnanç, bir gereksimdir. Çünkü insan boşluğu, sınırsızlığı kavrayamaz. Kavrayamadığı her şey onda korku ve çekingenlik var kılar. Özünde insan “eksik” bir varlıktır. Kendisini tamamlamak için, nesneleri veya kendisinin ürettiği tinsel varlıkların kendisine katması gerekir. Bu anlamda insan kendisinde neyi eksik görüyorsa, onu tamamlamaya çalışır. İnsan çoğu kez dış dünyasının dirimsel verileriyle birçok gereksinimini karşılar. Ama özünde eksiklik duyup da karşılayamadığı şeylere de büyük bir özlem duyar ve onun ulaşılamaz olduğunu duyumsadığında da onun gücü karşında eksikliğini görür ve bunu kutsallığa taşır.
Bir insan, her şeyden önce kendisidir. Dünyada “kendisi” olmayan milyonlarca nesne, çok karmaşık olay ve sonsuz olgular var. Örneğin, buğday tohumunun içinde gizli “onlarca buğday” varken, o buğdaylar kendisi olabilmesi için açığa çıkması gerekmektedir. Denizin içinde ki bir damla “kendisi” olamamış olandır ve bütünün içindedir. Evrendeki her nesne, her olay ve ver olgu insanı bütün yönleriyle etkilemektedir. İnsan çoğu kez aklıyla dış dünyasının kendisini etkileyen olay ve olgularına karşı koruma yöntemini geliştirebiliyor ve geliştirmiştir de. Ama üstünden gelemediği fakat kendisini etkileyen her olay ve olgulara kaşı da “çaresizlik” göstermiştir ve göstermektedir. Çaresizlik korku yaratır. İşte “inanç” en başta bu korkunun ve çaresizliğin bir sonucu olarak orta çıkmıştır.
Korkunun temelinde ise “sığınma” güdüsü vardır. Sığınma her zaman güçlü olana yapılır.
Her insan özünde güvenli bir ortamda yaşamak ister.
Her önse önce kendisi var olmak ister.
Yaşamda kalmanın önemli verileridir bu değerler.
Her insan, kendi iç dünyasında huzur ve güven yaşamak ister. İşte bunu “inandığı değerler ne ise o sağlar”. Dolayısıyla inanç, kişinin iç dünyasıyla ilgilidir. Kimsenin bir başkasının inancını sorgulama hakkı olamaz ve olmamalıdır.
Toplum bireylerden oluşur ve toplumlarda “değerler” vardır. Değerler, bireyleri benzer duygularda, düşüncelerde ve algılarda bir araya getirir. Bu anlamda birbirine yakın inançlarda da bireyler ortaklaşa davranışlar geliştirirler. Birbirine yakın inanç değerlerini taşıyanlar birlikte hareket ederler. Toplulukların da inançları, inançsal algıları ve uygulamaları farklılıklar gösterir. Bu anlamda egemen inanç, diğerlerine baskı yapmamalı ve herkesin, her topluluğun inancına saygı göstermelidir.
Bu bağlamda, Alevi-Bektaşilerin ve diğer tüm inançların değerleri de kendileri için değerlidir ve saygındır. Her inanç değerlidir ve saygındır. O halde herkesin inancı kendileri için saygınıdır ve değerlidir. Bu durumda, bir inancın değerlerini öne çıkarıp, bir başka inancın değerlerini görmemezlikten gelmek ve onu egemen inancın içinde eritmeye çalışmak, doğru değildir.
Bugün okullarda yapılmak istenen budur ve Alevi-Bektaşilerin değerleri, egemen inancın karar vericileri tarafından hiçe sayılmakta ve o değerler unutulmak istenmektedir. Devlet, Hanefi Mezhebinin değerlerini, diğer tüm değerlerin önüne geçirmekte ve adeta herkesi Hanefi yapmak istemektedir. Okullarda, zorla namaz kıldırmak, Ramazan Orucu tutturmak, ayet ve sureleri ezberletmek, vs gibi, Alevilikte uygulanmayan inanç değerlerini Alevi çocuklarına zorla yaptırmaya çalışmak hem çağdaş insanlık değerlerine hem vicdanlara, laikliğe ve hem de insan haklarına aykırılıktır.
Şu bir gerçek ki, Alevi-Bektaşilerin, inanç ve ibadet biçimleri ve Tanrı’ya yönelişleri Ortodoks (merkezi) inançla çok büyük farklılıklar içermektedir. Bu olgu herkesçe bilinmektedir. Alevilik ve Bektaşilik, varlığın birliği içinde panteist bir anlayışla tanrıyı doğanın tümlüğü bağlamında ele alır. Doğanın dışında bir gücü yok sayar. Oysa tüm semavi dinler ve Ortodoks inançlar tanrıyı aşkın bir konumda görür ve soyut bir tanrı algısı ortaya koyar.
O halde neden “bir inancın, bir mezhebin” değerleri zorla Alevi çocuklarına verilmeye çalışılıyor. Bunun tek bir açıklaması olabilir: O da benzeştirmedir (Asimilasyondur).
Bugün “Din Dersleri ve Ahlak Bilgisi” adı altında okullarda verilen “din dersleri” pedagojik yönden bile uygun değildir.
Kaldı ki, iki farklı alanın, birleştirilerek verilmesi bile sorunsaldır. Çünkü ahlak çok genel bir alandır; sadece bir dini anlatan “din derleriyse” çok daha dar kapsamlıdır ve bir inanca ilişkin eğitimi kapsamaktadır.
Ahlak, insan davranışlarının ve değerler sisteminin bilimidir. Davranışların ölçüsüdür. Bu anlamda hangi inançtan olursa olsun, o değerlerin veya ölçünün içinde genel-geçer olarak bir değere karşılık gelir. Oysa dinler belirli özel değerler sunarlar ve her dinin kendisine özgü değerleri ve ritüelleri vardır. O halde, Ahlak Bilgisiyle, Din Dersleri ayrılmalı ve iki farklı ders olarak sunulmalıdır.
İki dersin aynı formasyon içinde verilmesi, insanların kafalarını karıştırmaya dönüktür. Oysa birbirlerini beslemekle birlikte, iki konun alanlarının farklı olduğu bilinmelidir.
Din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı ve ahlak bilgisi (genel- geçer davranış bilimi) dersleri herkese verilmelidir.
Oysa din dersleri isteğe bağlı olmalı ve içeriği “din kültürü eğitimi” olmalıdır. Dünyada var olan tüm dinler öğretilmeli ve yansız bir şekilde, öğrencilere inancın temel nedenleri ortaya konulmalıdır. Nedensellikler ve toplumsal değerler içinde, inancın yeri ve önemi ortaya konulmalıdır.
İnanç, soyut bir kavramdır ve soyutu kavramak, belirli bir yaştan sonra olasıdır. Bu anlmada küçük yaştaki çocukları, anlayamayacakları kavramlarla eğitmek, doğru değildir, pedagojik değildir.
Din dersleri, teolojik, ontolojik, tarihsellik, felsefik, antropolojik vs değerleri de içermeli ve pedagojik yönü mutlaka düşünülmelidir.
Bunu yapmak çok mu zordur? Hayır, bu sadece, yönetenlerin, devlet aklının ve toplumsal iradenin bu yönde karar vermesiyle ilgilidir.
Hiçbir kimseyi, zorla bir ibadete, bir inanca zorlamak, en büyük insan hakkı ihlalidir. Çünkü bir inansa “inanmadığını” yaptırmak, o insana yapılan en büyük işkencedir.
Bırakınız, kim neye inanıyorsa, iç dünyasında onu yapsın. Çünkü inanç kişisel yaşanır ve bireyseldir.
Bireysel yaşanan inanç, toplumsallaştığı anda merkezi bir inanca dönüşür ve merkez, merkezkaçı kendisine katmak için baskılar uygular. Kendisi gibi inanmayanı dışlar. Tarihsel boyutuyla yapılan budur ve bu anlayış bugünde sürmektedir. Oysa çağdaş dünyada "herkesin inancı kendisine ilişkindir" anlayışı en temel anlayış olmalıdır. Nitekim Anayasanın 24. maddesi de bu evrensel değeri yansıtır ve "Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir" demiştir. Oysa bugün Alevi çocuklarının zorla "Sünni inancının öğretildiği din derslerine girmesini zorunlu duruma getirmek" anayasanın söz konusu maddesiyle açıkça çelişmektedir. Bu aynı zamanda anayasanın bu maddesini tanımamak anlamına da gelir. Ayrıca 2010 yılında AHİM'in vermiş olduğu bir kararda "Türkiye'de Alevilerin din özgürlüğü haklarının ihlal edildiğini" belirtilmiştir. Bu durumda alevi çocuklarına zorla din dersi vermek, anayasanın ilgili hükümlerine ve AHİM kararlarına da aykırıdır.
Dolayısıyla bu uygulama bir asimilasyondur ve durdurulmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı;
Öncelikle, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, tek bir mezhebin (Sünniliğin) sözcüsü olmaması ve Laik bir ülkede Diyanet gibi bir kurumun bulunmaması gerçeği, en başta söylenmesi gereken bir gerçekliktir.
Özellikle laik bir devlette Diyanet diye bir kurumun bulunması devletin laiklik ilkesiyle uyuşmaz. Çünkü devletin dini olmaz, devlet bir organizasyon, bir kurumlar ve kurallar bütünlüğüdür. Devlet soyut bir kavramdır. Devleti somut yapan, kurumlar ve kuralların ortaya koyduğu ilkeler, yasalar ve değerlerdir. Ayrıca bunların uygulamadaki yansımaları ve insanlar üzerinde bıraktıkları etkiler ve algılar toplamıdır. O halde, devletin dini olmaz. Ama devleti yönetenlerin ve devleti oluşturan bireylerin dini, inancı vardır. Çünkü inanç insana ilişkindir.
Sonuç olarak bireylerin dini olur. Her bireyin inancı kendi iç dünyasına aittir.
Devlet nihayetinde bir organizasyonsa, bu organizasyonu yapanlar da insanlardır. Devleti oluşturan kurumları ve onların kurlarını belirleyen de insandır. O halde, “devlet” kavramını öne sürerek, onu soyut bir varlık gibi sunmak doğru değildir. Yönetenler böyle bir algı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Devletin “dini” varmış gibi, insanların bilincinde yanlış bir algı sunuyorlar. Bunu da “devleti kutsallaştırmak, dokunulmazlık” vermek için yapıyorlar. Böyle olunca da devletin ortaya koyduğu her değeri dokunulmaz yamayı hedefliyorlar. Bu da çoğunlukla halk tarafından olur görmektedir.
Oysa devleti somutlaştırdığımızda, devletin özünün, öznesinin insan olduğunu görmekteyiz. O halde “devlet denilen mekanizmayı, düzenlemeyi sağlayan “yöneticiler, kurumlar, yasa yapıcılar vs” bireylerin bir arada, barış ve kardeşlik içinde yaşamalarının koşullarını var edecek uygulamalar ve değerler ortaya koymalıdırlar.
Bu bağlamda, devletin hiçbir inanca karışmaması, hiçbir inancı desteklememesi, hiçbir inanca kaynak aktarmaması vb gerekir. Çünkü “devlet”, herkesi kapsayan bütüncül bir yapıdır. O halde, hiçbir kimseyi dışlamayacak ve tek bir bireyin bile hakkını koruyacak olan bir düzenlemeyi sağlamalıdır. Tabii ki bunu yapacak olan, karar vericiler ve yönetenlerdir.
Başlangıçta, karmaşa ve hurafelerle dolu yaşayan ve halkın inanç değerlerini alabildiğine kullanan “tarikatlara” ve inanç sömürücülerine karşı, halkın daha doğru bilgilerle, inancını yaşamasını sağlamayı ön gören bir kurumsal kimlikle ortaya çıkan “Diyanet”, bu işlevselliğini kurulduğundan bu yana gerçek anlamda uygulamamıştır. Kurulduktan kısa süre sonra, tek bir mezhebin inanç kurumu haline gelen Diyanet, tüm inançlara eşit davranmayarak, toplumsal karşılığını tam olarak bulamamıştır. Bu nedenle de sorun çözmek yerine, sorun yaratan bir kurum haline gelmiştir.
Bu anlamda tek bir mezhebin ve tek bir inancın savunuluğunu yapan ve değerlerini uygulayan “diyanet” söz konusu, “herkesin hakkını korumakla özdeş olan” “devlet” anlayışına uygun düşmemektedir.
Bugün, yaşanılan gerçeklik içinde, diyanetin mali kaynağının neredeyse on bakanlığın bütçesinden çok daha fazla olduğunu görmekteyiz. Bu olgu bile, diyanetten bir nebze dahi hizmet görmeyen, değişik inançtaki insanları rahatsız etmeye yetmektedir. Bu bağlamda Alevi-Bektaşiler de bu konuda büyük bir rahatsızlık duydukları bir gerçekliktir. Sünni inanca sahip olmayanlardan kesilen vergilerle, diyanete, milyarlar aktarılmakta ve Alevilerin ibadet merkezi olan “Cem Evleri”ne bir lira bile verilmemektedir. Bu durum, akla, vicdana uygun değildir ve adil değildir. Oysa Diyanet, her inanca, her mezhebe ve her dine vs. uzak aralıkta durmalıdır.
Aleviler, laik bir devlete bu gözle bakarlar. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletçe desteklenmesini doğru bulmazlar. Tek bu olgu bile diyanet’in varlığını sorgulamak için yeterli nedendir.
Tüm bu gerçeklere karşın diyanet varlığını sürdürecekse, o halde tüm inanç kurumlarına kaynak aktarması gerekmektedir. Eşitlik açısından bu bir zorunluluktur.
Aslında olması gereken, inanç kurumlarına gelenlerin, kendi kurumlarının kaynaklarını kendilerinin oluşturmasıdır.
Ayrıca diyanetin yalnızca, Sünni Mezhebine hizmet sunması eşitlik açısından olumsuz bir durum oluşturmaktadır. Bu anlamda Alevi-Bektaşiler, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını, her inanç kurumunun kendi kaynağını kendisinin yaratmasını ve devletin hiçbir inanca katkı sunmamasını istemektedirler.