ÖNCE İNSAN SONRA .......(KADIN YA DA ERKEK)

ÖNCE İNSAN SONRA .......(KADIN YA DA ERKEK)

DOĞA’DA İNSAN VE İNSANIN TOPLUMSALLAŞMASI
Var olan nesnel gerçeklik doğadır. Doğa, insan istencine bağlı olmayan; zincirleme birbirine bağlı olarak gelişen sonsuz olgular ve olayların oluştuğu bütünsel yapıdır. İnsan da doğal bir varlık olarak, doğanın özünden var olmuş ve doğanın aklını yansıtan en üst doğal varlıklardan birisidir. İnsan doğanın dışında değildir. Tüm edinimlerini doğada kazanmış ve doğanın verdikleriyle kendini insanlaştırmıştır.
Dolayısıyla insan, düşünen, sorgulayan, soyutlamaya varan, konuşan ve araç yapan bir varlıktır. İnsanı insanlaştıran da “araç yapan” yanı olmuştur.
İnsanlar birlikte yaşayınca doğanın birçok etkisini saf dışı bıraktıkları gibi, onu değiştirmişlerdirde.
Tüm bu oluşumlar sonucunda insanlar toplu yaşamaya alışmışlar ve süreç içinde bu topluluklarda bazı kural ve uygulamalar oluşmaya başlamıştır.
Zamanla güçlenen, üretim araçlarını arttıran, her gün yeni aletler yapıp bilim-teknik konusunda ilerleyen, bu yöntemle üretimi arttıran ve doğaya egemen olmayı başardılar. Artık doğayı kendi lehlerine ve amaçlarına göre kullanabiliyorlardı.
İnsanlar belirli bir zaman sonucunda üretim fazlası elde etmeye başladılar. Üretim fazlası oluşan insanlar bunların dağıtımı konusunda farklılaşmalar oluşmasını doğurdu. Ekonomik anlamda farklılaşmalar ve çelişkiler varlaştı. Zenginlik, yoksulluk doğdu. Toplumsal farklılaşmalar, sınıflar oluştu. Bu oluşumların sonucunda birçok toplumsal karmaşalar oluştu.
İşte böylece toplumsal kurum ve kurallar doğdu. İnsanlar organize olmak, merkezileşmek, düzen oluşturabilmek gereksinimini gidermek için, her toplumun yapısına göre; insanların uyması gereken kurum ve kuralları var etti. Bu kurum ve kurallar zorunlu olarak doğdu.
İnsanların insanlarla ve toplumla olan sorunlarını çözmek için oluşturduğu kurama Hukuk (Tüze); yine insanın insanla ve insanların toplumla ilgili davranış kalıplarını belirleyen etik (ahlak); ve yine insanın insanla, insanın toplumla olan ruhsal sorunlarını gidermek ve insanlara ruhsal erinç sağlamak için de dinsel kurullar doğmuştur.
Hukuk pozitif değerlerden; etika (ahlak) ve dinsel değerler ise tinsel (ruhsal) değerlerden oluştu.
İnsanların doğru ya da yanlış davranışları bu değerlere göre değerlendirilir oldu.
Günümüzde de bu değerler geçerlidir. İnsanlar kurum ve kurallara uydukları sürece düzensizlik oluşmaz. Bu kurallara uyulduğu sürece çatışma ve çelişkiler yaşanmaz. Bütün sorun bu kural ve kurumların insana huzur ve mutluluk sağlayacak şekilde işlemsidir. Doğal ki bunun da ekonomik-sosyal ve etik nedenleri vardır. İnsanların sosyal sorunları çözümlenmedikçe toplumsal kurum ve kurallar düzeni sağlamaya yeterli olmaz. Zamanla bu kurum ve kurallarla çatışmalar kaçınılmaz olur.
İşte süreç içinde kadın ve erkeklerin toplum içinde ki davranışlarını belirleyen bu etik ve kurumsal kurallar olmuştur. Bu kuralların oluşmasında din ve gelenekler çok belirleyici bir konumda bulunmuştur.
Başlangıçta erkekle aynı konumda bulunan ve zaman zaman erkekten daha üstün konumlara yükselen kadın; mülkiyetin oluşması ve üretimin toplumsallaşmasıyla birlikte erkek başat konuma gelmiş ve kadın etkisizleşmiş ve süreç içinde ikincil ve hatta üçüncül bir konuma düşmüştür. Bu düşüşte inançların, dinlerin, geleneksel edinimlerin çok büyük katkısı olmuştur.

TOPLUMSAL YAŞAMDA KADIN

Yukarı da ki satırlarda “insan araç yapan bir varlıktır” demiştim.
Peki, bunu sadece erkekler mi yapar? Hayır. Kadın da aynı işlevlere sahiptir. Erkekle kadın birlikte insanı oluştururlar. Biyolojik olarak sadece “üreme organları” farklıdır. Başkaca da bir fark yoktur. Aynı fizyolojik ve anatomik organlara sahiptirler. O halde olaya “kadın ya da erkek” ayırımında değil “insan” olgusundan bakmak doğru bir duruş olacaktır. Kadın veya erkek biri diğerinden asla üstün değildir. Yaratılış bakımından birisini diğerinden üstün gören kafa “sakat kafadır”.
Kadın ve erkek asla birbirini dışlayan iki farklı varlık değildir. Şu bilinmelidir ki; kadın ve erkek bir bütündür. Biri olmadan diğeri olmaz. Nasıl ki elektriğin oluşması için iki karşıt gücün birleşmesi gerekiyorsa ve ikisi birse; kadın ve erkekte iki karşıt kutup ama bir bütündür. Karşıtların birleşiminden “bütünlük” doğar. Var olmanın en temel yasası da budur. Bu yasa doğanın da en temel yasasıdır. Doğada birbirine karşıt olmayan “mutlak” bir varlık bulunmamaktadır. Her şey kendi karşıtını var kılar ve karşıtıyla birleşerek kendini dönüştürür ve yeniden üretir.
Tek başına kadın ya da erkek her zaman eksiktir. Evrensel varoluşun özünde de “eksiklik yasası” vardır. Bu eksiklik yasası gereği, eksik olan kendini tamamlamaya yönelir ve kendisini tamamlayacak karşıtını (eşini) bularak kendisine katar ve kendi bütünlüğünü sağlar. Doğada her şey zincirleme olarak böyle oluşur. Her şey her şeye bağlıdır. Ve her şey her şeyi var eder. Yukarı aşağıyı, soğuk sıcağı, dişi erkeği, artı eksiği, hayat ölümü, ölüm hayatı, katı sıvıyı, ışık karanlığı… vs. zorunlu olarak var kılar. Her şey bir başka şeyin nedenidir. Kadın erkeğin, erkek de kadının nedenidir. Bu iki karşıt güç birleşerek kendi türünün devamını sağlıyor.
Bu anlamda da kadın ve erkek birbirlerini var ederler. Kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibidirler. Birbirine bağlıdırlar.
Böyle bakınca kadın ve erkek birbirinin eşidirler. Eş demek “eşit” olan demektir. O zaman “eşit” olması gereken kadın ve erkek arasında ki bunca farklılık neden doğmuştur. Bu tamamen toplumsal değerler ve kültürel olguların bir sonucudur.
Özünde üreten- tüketen karşıtlığı vardır.
Şurası bir gerçek ki; toplumda üreten kimse o öbürüne egemendir. Üretmeyen kişi üretene bağımlıdır.
Genelde kadınların yumuşak, edilgen, duygulu coşkulu… vs. davranışlara sahip oldukları yönünde belleklerde oluşmuş yargılar vardır. Çözümleyici bir yöntemle baktığımızda bu yargının kendi içinde hem doğru ve hem de yanlış olduğu sonucuna varırız.
Bu yargı doğrudur; çünkü kadınlara doğa tarafından verilmiş özel yetiler ve değerler bulunmaktadır. Kadınlar doğurgan olduklarından ve insan soyunu devam ettirilmesini sağlayan üretimi gerçekleştirdiklerinden dolayı erkeklerde bulunmayan bazı davranışlar kadınlarda gelişmiş bulunmaktadır.
Kadınlar; dünyaya getirdikleri çocukları koruma, sevme, büyütme, besleme…vs. gibi işlevleri vardır. İşte bu işlev onlara duyarlılıklar, incelikler yüklemiştir. Aslında bu özellikler yaratılışlarından gelmektedir. Doğa, soyu devam ettiren tüm “dişi”leri nazik ve çekici yaratmıştır. Bu değerler ise “kadına” daha duygulu, daha sevecen, daha koruyucu ve daha yumuşak… bir kimlik kazandırmıştır.
Doğal ki, yukarı da saydığım değerleri taşıyan erkekler bulunabileceği gibi;. bu değerlerden uzak kadınlarda bulunabilir. Bu değerler genel değerlendirmelerdir.
Ama hiçbir erkekte “doğurganlık” bulunmaz. Erkekle- kadın arasında ki en büyük ayrılık budur. Bu durum kadını erkekten daha güçlü kılar.
Ama toplumsal olarak “kadın” erkekten daha gerilerde ve daha az değerde görülmüş ve bazen erkeğin (cariyesi, kölesi, onun tatmin aracı…”vs. olarak değerlendirilmiştir. Bu çok inan dışı davranıştır. Çünkü erkekle kadın ikisi birden insan soyunu oluşturur.
Doğarken kadın olsun erkek olsun, herkes insan olarak doğar. Onların kimlikleri ve toplumda ki konumları yine toplumda geçerli olan “değerler sistemiyle” belirlenir.
Bugün gelişmiş çağdaş ülkelerde kadın ve erkek aynı eşit haklara sahip olarak görülür. Ama gelişmemiş çağdışı kalmış, insani değerleri yaşatamayan geri ülkelerde “kadın” insan gibi yaşamaktan çok uzak kalmıştır. Kadının bu olumsuz duruma düşürülmesinde dinlerin, inançların, tutucu etik değerlerin ve baskıcı erkek egemenliğinin çok önemli payları vardır.
Toplumların gelişim aşamasında biliyoruz ki, tarihsel süreç içinde “Anaerkil “ denilen bir toplumsal yapı da yaşanmıştır.
Anaerkil toplumlar “kadının erkekten üstün olduğu toplumlardır”. Böyle bir toplumsal yapının yaşandığı görüşü bilim insanlarında egemendir. Bu dönemde, akrabalık babaya değil anneye dayanıyordu. Kadın siyasal alanda daha fazla söz sahibiydi. Kadın birçok alanda önder konumdaydı. Bu topluluklarda dayı ailede çok önemli bir role sahipti. Koca ise karısıyla ara sıra görüşüyordu. Ve kendi ailesinin evinde kalıyordu.
Yine Avcı- toplayıcı toplumlarında erkeğin ava gitmesi; uzun süre avdan dönmemesi veya bazen av sırasında ölmesi, annenin evde ki konumunu daha da güçlendiriyordu. Çünkü evin yönetimi anneye düşüyordu.
Ayrıca kadının doğurgan olması süreç içinde kadına “kutsallık” da yüklüyordu. Ana kavramı bugün de “kutsallık” değerinde bir saygı uyandırır. Ana demek temel olan, esas olan, öz olandır… bir şeyin özü, temeli, esası belirleyici olandır. Bu anlamda da kadın işlevi gereği erkekten daha da önemli bir konumdadır.
Genelde mülkiyetli toplumların oluşmasıyla birlikte, erkek ekonomide söz sahibi olunca, kadın daha pasif ev işlerine yönlendirilmiş ve süreç içinde bu erkek egemenliğine dönüşmüştür. Çünkü ekonomide üretime kim egemense o diğerine daha çok egemendir. Özellikle feodal toplumlarda din kurumunun da topluma egemen olması ve dinlerin “erkekleri daha üstün bir konuma yükseltmeleri” gelen tüm peygamberlerin “erkek” olması…vs gibi dinsel değerler de kadının ikincil konuma düşmesinde çok önemli bir etkisi olmuştur.
Doğum yapan kadının belirli süre ekonomik üretimden uzak kalması, daha hafif işlere yönelmesi süreç içinde; kadını dış işlerden alıkoymuş ve kadını ev işlerine yöneltmiştir. Zamanla bu durum toplumda genel kanıya dönüşmüş ve kadının tamamen ev işleriyle uğraşması düşüncesine ve eylemine dönüşmüştür.
Özellikle tarım devriminin gerçekleşmesiyle (İ.Ö. 7000 yılları) yerleşik düzene geçilmiş; topluluklar, guruplar yerine toplumlar oluşmaya başlamış ve tarım ve hayvancılık işlerini üstlenen erkek, bu süreçten sonra topluma egemen olmaya başlamıştır.
Yaklaşık 8000-9000 bin yıllık bir süredir, erkeğin üstünlüğüne dayanan bir anlayış ve yönetim dünyaya egemen olmuştur. Bu süreç içinde kadın, pasif bir konuma düşürülmüş ve edilgen bir kimliğe büründürülmüştür. Öyle ki; kadının yaşamını “erkek” belirler olmuştur. Çok acı ama gerçek böyledir.
Oysa şurası bir gerçek ki kadınlar da erkekler kadar eşit haklara sahiptir. Ve sahip olmalıdır. İnsan olmanın en temel belirleyeni budur. Kadın toplumsal yaşamın her alanında; ailede, çalışma yaşamında, yönetimde, toplumsal kararlarda, özel alanlarda… vs. erkekle özgür ve eşit haklara sahip olması gerekir. Bu kadınların en temel haklarıdır. Yoksa insan olmanın işlevini yitirmiş olurlar. Kadınlara bu hakları tanımayanların beyinlerinde veya kortekslerinde büyük bir “eksiklik” var demektir. Kadını toplumda ikincil hatta üçüncül konuma düşüren bir kafa asla “çağdaş” bir kafa olamaz.
Birleşmiş Milletler Antlaşması (1945); İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) ve daha birçok uluslar arası sözleşmeler ve antlaşmalarla kadınların da “Tüm İnsan Haklarından” yararlanmaları gerektiğini belirtmişlerdir.
Kadının eşini seçmesi, serbestçe kimsenin baskısına gerek kalmadan kendi siteyle evlenmesi, siyasal alanda seçme ve seçilme haklarına sahip olması, çalışma hakkını özgürce kullanması, eşit işe eşit ücret alması, giyimine- kuşamına kendisinin kara vermesi… vs. gibi toplumsal haklara kadınlarında en az erkekler kadar sahip olması gerekir. Bunun tersini düşünmek akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü kadın da “insandır”…

7 Mart 2010,


Ücretsiz web sitesi oluşturun! Webnode